İÇcephe

İÇcephe 2012

 

 

 

 

 

SERGİDEN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İÇcephe – Raziye Kubat

Annem kırk küsur yıldan beri, ceviz ağacından yapılmış, oymalı, yıllarca açılıp kapanmaktan anahtar deliği aşınmış ve anahtarı kaybolmuş çeyiz sandığını açar; kanaviçelerini, etaminlerini, dantellerini ve rengârenk kumaşlarını havalandırır, sonra hepsini tek tek elden geçirir, kolası gitmiş dantellerini tekrar kolalayıp, genel bakım ve onarımlarını yapıp, ertesi ilkbaharda açmaya söz verir gibi sandığı kapatır…

Annemin bu törensel hallerini seyrederken onun dünyasını daha iyi hissettiğimi düşünürüm nedense. Zaten bu çalışmaları gerçekleştirme fikri de böyle bir seyir sırasında oluştu. Sonra, babaanne “Kürt Fatey”den kalan beş metre uzunluğundaki halısını, yastığını, dokuma perdesini havalandırır; o dönemden bir iki hikaye anlatır; ama her yıl farklıdır hikâyeler.

Ben hikayesiz yaklaştım x lere. Fırçayla tek tek x’lerin tekrarlarından oluşturduğum desenler, kanaviçedeki doku iplik illüzyonuna yaklaştıkça öte hikayeye yakınlaştım. Çalışmalar ilerleyince, bilgisayardaki ”pixellere” piksel yaptığımı fark ettim. Bu fark ediş ve eski sandıklardan çıkan50-100 yıl önce oluşturulmuş çeyizlerin elimde ne hallere geldiğini görmek büyüleyiciydi.

Cumhuriyetin ilanının çeyiz sandıklarına yansıma şekli ise başka bir tarihîtanıklıktı. Tek tip kız çocuklarının horoz yemleyen ve çiçek taşıyan hallerini genç kızların büyük edasıyla çeyiz olarak işlemesi ise ayrı bir durumdu. ‘X’lerinsandık içlerinde kalmış yapıtlarını kendi zeminlerimle, kendi araçlarımla,yeniden ürettim… Zamanımızın biçimine uygunca :‘mış-gibi’…

Sayısız ‘X’leri x işaretleriyle aktardım. Kendimi araya katmadan, ‘saf olan’a sadık kalıp dinlenmeyi umdum, ama negezer! Projeye başladıktan sonra,‘ben neden bunları yapıyorum’ diye defalarca içimden yükseldi sorular. Acaba ‘masumiyeti bozmak’ mıydı, farkında olmadan esas amaç? Video çalışmaları için şehir dökümanları toplarken, iki kekliğin şehirde, sahil kahvesinde, bir brandanın altında ötüşlerini duyduğum gün, neden bu projeyle 2-3 yıluğraştığımı nihayet anladım!”

 

İÇcephe – Elif Köksal

Kürt Fatey’in sırtına Raziye’nin çocukluğu tırmanmış saçlarından tanıdım.

Kürt Fatey veyahut bir takım kadınlar oturmuşlar bu işleri yapmışlar. Aradan vakitler geçmiş. O bir takım kadınların biz bir çeşit devamıymışız, onlar bizim annanemiz atamız filanmış.

Şahmaran herkese bir şey diyormuş.

İçerisinde vakitler ve ömürlerinin/ ömürlerin/ ömrümüzün geçmesi olan o işler ölmemiş. Hayat öyle bir şey değilmiş, eller gözler uçarmış, elin emeğiyle gözün nuru arkamızda kalırmış ama bizi unuturmuş. Kürt Fatey ölmüş. Benim annanemin gençkızlığı kendisinden bile çok önce ölmüş. Gençkızlığında başladığı yarım bıraktığı şemsiyeli kanaviçe duruyor bak, kumaşı da hala şekilsiz.

Belki yarım bıraktığım her şey orda başlamış.

Annanemin annanesinin ismini bilmiyorum. Ondan öncekiler var oldu mu sahiden, şimdi burdan bakınca. İsimleri bile zalim zamanın içinde kalmamış.

Annanem dedemi anahtar deliğinden görmüş beğenmiş. Şemsiyeli kanaviçeyi ne oldu da unuttun annane.

Her şeyi ciddiye almaktan perişan olduk dedi Raziye bana bir kere. Biz onunla Zeki Müren müzesine gittik.

Şahmaran’dan annanemi dileyesim var.

Raziye’nin şahmaranı tuvalini beğenmiş.

 

İÇcephe- İskender Savaşır

Pasolini’nin 1970’de çektiği Decameron’un sondan bir önceki sahnesinde, yönetmenin kendisi tarafından oynanan sanatçı (“Giotto’nun bir öğrencisi”) uyumaktadır; birden uyanır (ya da uyanmaz,gözlerinin açılması bize bir düş görmekte olduğunu anlatmak içindir). Düşünde, bitirmeye çalıştığı freskin ardında yatan sahneyi, canlı olarak görmekte, işitmektedir. Silvana Mangano’nun bir heykelinki andıran güzel yüzünün çevresinde kümelenmiş şarkı söyleyen çocuk melekler, cehenneme fırlatılan günahkârlar, hepsinin bir arada oluşturduğu hareketli, belki bir dansı, bir baleyi andıranahenk…

Ertesi gün, kaç zamandır bitiremediği freskini bitirir; çanlar çalınır, şarap içilir, tamamı sözsüz olan sahne boyunca kutlamaları izleriz. Sonra sanatçı (Pasolini) filmin son cümlesini söyler: “Rüyasını görmek bu kadar güzelken, insan neden sanat eseri yapsın ki!?” Fine (Son).

Raziye Kubat’ın özellikle de İç Cephe’si hakkındaki bir yazıya Pasolini’den başlamak yadırgatıcı, hatta sapıkça gelebilir. Bir yanda giderek coşacak, taşkınlaşacak, haydi kelimelerden korkmayalım, azgınlaşacak, zıvanadan çıkacak, görüntü, deneyim, biçim oburu bir iştah, öte tarafta Raziye Kubat’ınneredeyse nihilizmin eşiğinde duran minimalizmi…

Aralarındaki ortak nokta sanatı, hedeflediği, anlatmaya çalıştığı “şey”den hareketle yargılamaları ve yetersiz bulmalarıymış gibi duruyor. Daha ilk filmlerinden başlayarak donmuş kalıpların içinde hayatiyetini koruyan ideal içeriği arayan Pasolini, hırçın “persona”sına karşın, romantik iyimserliğini(belki son filmi Salo dışında) hep korudu; Decameron’da bu içeriği “rüya” gibi romantik bir terimle adlandırmasında da görüldüğü gibi…

Ya Raziye Kubat…? O bir yanıyla, Pasolini’nin de iliştirebileceği (romantik ve modernist) bir modernlikeleştirisi ile tartışma halinde gibi duruyor. Onun evreninde gelenek ürettiği imgeleri, biçimleri koruyucu bir hâle, bir aura ile kuşatmıyor; kökende donmuş kalıpları aşan bir hayat enerjisi ya da çağrı yok; düz ovada avlanan keklikler, bir sahil kahvesinde, bir brandanın altında öten kekliklerden daha büyülü değiller; Asrî Zamanlar’da Şarlo makinanın dişlilerine ne kadar mahkûmsa, Halı Kadın da o kadar… Kervan hâlâ aynı kervan.

Raziye Kubat biçimlerden, onların ardında yattığı vehmedilen bir rüyaya değil, onları üreten biteviye emeğe ulaşmak için yararlanıyor. Emeğe, zahmete, belki kasvete… ve özene (Heideggerbelki “Sorge”— “tasa” derdi).

O özende, onun sayesinde, onun aracılığıyla Raziye Kubat Kürt Fatey’le arasında bir kader ortaklığı kurmuş, bir muhabbet ilişkisini yeniden keşfetmiş gibi. Anıtsallığa bu kadar yabancı bir proje için bu terimi kullanmak yersiz kaçacak ama serginin tamamını bu kader ortaklığına, bu muhabbete dikilmişbir anıt gibi düşünebiliriz.

Yine de şunu sormaya hakkımız var diye düşünüyorum Raziye Kubat’a… Bu muhabbetin, kader ortaklığının tek tek görsel imgeler düzeyinde, tekrarı aşan, onun ötesine geçen bir dilini de bulmak olanaksız mı?